Sosyal haklara ilişkin çok sayıda davada, karşılaştırmalı anayasa yargısı çerçevesinde de farklı ülke mahkemeleri hukuki açıdan sağlam, güçlü fakat kendi varlık sebeplerini sorgulatmayacak bir alanda kalmaya özen göstermişler; kuvvetler ayrılığı tartışmalarına ve kurumsal itirazlara geçit vermemişlerdir.
Bu bağlamda, en başta "insan haklarının bütünselliği ilkesi" çerçevesinde sosyal haklar yargısallaştırılabilir konumdadır; ancak bu süreçte yargının anayasal çerçevesi ve görevlerini aşmayarak, kendi meşruiyetinin sorgulanmasına ve kuvvetler ayrılığı tartışmalarına yol açmayacak derecede, sağlam bir hukuki zeminde, kendi varlık sebebine uygun bir biçimde hareket etmesi gerekmektedir. Bu çerçevede anayasa yargısı da, tıpkı medeni ve siyasi haklar alanında olduğu gibi, sosyal haklara ilişkin de hak ihlallerini, hukuka aykırı düzenleme ve uygulamaları, pozitif-negatif yükümlülüklerin ihmalini ortaya koymaktan geri durmamalı; ancak söz konusu ihlallerin giderilmesine ve/veya önlenmesine ilişkin belirlenecek sosyo-ekonomik politikaları siyasi organlara ve onları etkileme gücüne sahip olan demokratik sivil topluma bırakmalıdır.78 Böylece hem demokratik, sosyal bir hukuk devletinin gereği olarak siyasi organların aldığı kararların hukuki denetimi ve hesap verilebilirliği sağlanabilecek; yargı da kendi görev ve yetki alanının sınırları içerisinde kalacak, kendi işlevini yerine getirmiş olacaktır.
Çalışmada, bu kapsamda farklı ülkelerdeki yargısal tutum ve içtihatlar incelenerek ulusal yüksek mahkeme ve anayasa mahkemelerinin sosyal haklara olan bakış açısı, önemli kararlan ve bunların etkililiği ele alınacaktır. Bütün bu yargısal tutum ve içtihat çeşitliliği, birikimi Türkiye için de önemli bir rehber olarak karşımıza çıkmaktadırlar.