Aydınlanma felsefesinin 'varlık, değer ve insan' tasavvuruna dayalı biçimde süreçsel olarak yapılanan modern politik felsefenin üretmiş olduğu en esaslı kavramsal inşalardan birisini de insan hakları oluşturmuştur. Retrospektif bir düşünsel okuma ile söz konusu kavramsal inşanın soykütüğünü açığa çıkarma çabasının ilk kurucu uğraklarını; devlet karşısında 'bireyi' odak alan hümanizm akımının öncü figürleri olmuştur. Rönesansla başlayan hümanizma felsefesinin 'birey merkezci' yaklaşımı, devlet erki karşısında bir hak öznesi olarak bireyin yeniden kurgulanmasını olanaklı kılmıştır. Modern politik felsefeye içkin norm ve ilkelerle biçimlendirilen bu türedi 'politik inşa', en başta bir toplum felsefesi ve ideolojisi olarak üretilmiştir. Yanı sıra bu modern kavramsal üretim, süreç içerisinde bir söylemsel inşaya da dönüşmüştür. Bu modern üretim formuyla insan hakları; jeokültür, jeopolitik, jeoekonomik, jeostratejik veya başkaca bir çerçeve üzerinden reel politik temelde bağlamsallaştırılmıştır. İnsan hakları külliyatının, ne yazık ki uygulama temelinde kırılgan bir yapıya sahip olması, ağır insan hakları ihlallerine, mağduriyetlere ve maduniyetlere yol açmıştır. Modernitenin 'rasyonalist ilerlemeci, bilimselci, bireyselci ve bürokratik aklı' İkinci Dünya Savaşının ortaya çıkardığı ağır insani trajedilerin (toplu katliamlar, etnik temizlikler ve soykırım) yaşanmasına yol açmıştır. Modern Batı düşüncesinin gelişim dinamiği ile varlık bulan antihümanistik, ekonomi-politik, teknokratik ve bürokratik aklının yarattığı bu ağır insan hakları ihlalleri, siyasal ve hukuk kuramsal düzlemde yeni bir eleştirel damarın ortaya çıkmasına yol açmıştır.