CHD’nin yeni bir sayısında daha sizlerle birlikte olmanın mutluluğunu ve heyecanını yaşıyoruz. Yine son derece değerli ve nitelikli bilimsel eserleri siz değerli okurlarımızla buluşturuyoruz. Bizleri bu sayıda da yalnız bırakmayan değerli yazarlarımıza, dergimizin bilimsel kalitesinin teminatı olan değerli hakemlerimize ve her geçen gün artan ilgileriyle bizlere daha iyisini hazırlama şevki aşılayan siz değerli okurlarımıza en kalbî duygularımızla teşekkür ediyoruz. CHD gibi yazar profilini ağırlıkla akademisyenlerin oluşturduğu dergilerde yaz ayları, yayınlanacak bilimsel eserler bakımından kısır geçer. Çünkü akademisyenler için yaz ayları üretimin yoğunlaştığı aylardır. Ancak CHD, yoğun içeriğiyle “kurak” Ağustos ayında da beklentileri boşa çıkarmayacaktır.
Nisan sayımızın yayınlanmasından bu zamana kadar geçen süreçte yine ceza ve ceza muhakemesi hukukunu ilgilendiren birçok yasal düzenleme yapılmıştır. Özellikle TCK’nın özel hükümlerinde dikkat çekici değişikliklere rastlanmaktadır. Bu değişikliklerin “tepkisel”, yani sistemli bir alt yapıyla bir sorunu çözmeye değil tabiri caizse “günü kurtarmaya” yönelik olması başlı başına eleştirilmesi gereken bir durumdur. Özellikle cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda yapılan değişiklikle cezalar orantısız bir şekilde arttırılmış ve bu suretle toplumda infial yaratan cinsel içerikli suçların engellenebileceği “sanılmıştır”.
Ancak tarihin hiçbir döneminde bir suçun sadece cezasının arttırılmasıyla o suçun işlenmesinin önüne geçilememiştir, geçilemeyecektir. Çünkü suç bir sonuçtur. Sadece sonucu esas alarak o sonuca yönelik tedbirler almanın, o sonucu ortaya çıkaran koşullar üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktır. Bu noktada her zaman verilen bir örneği yeniden hatırlamak gerekmektedir: Kan gütme saikiyle işlenen öldürme suçlarına 1950’li yıllarda öngörülen ceza idam cezasıydı ve idam cezası kaldırılana kadar da bu hüküm geçerliliğini korudu. Ancak bu cezaya rağmen kan gütme saikiyle öldürme suçları azalmadığı gibi belli dönmelerde ( özellikle 1970’li – 80’li yıllar) artış gösterdi. İdam cezasından daha ağır bir cezanın olmadığı düşünüldüğünde, sırf bu örnekten hareket ederek dahi ceza miktarının arttırılmasıyla suç işlenmesinin önüne geçilmesi arasında mutlak bir korelasyonun olmadığını söylemek gerekir.
Esasında yıllardan beri dile getirilen bu gerçeğin bir türlü dikkate alınmamasının altında yatan iki önemli sebebe odaklanmak kaçınılmazdır. Bunlardan birincisi ceza hukukunun toplumsal bir düzenleme mekanizması olarak bir tür “sihirli değnek” gibi algılanması, ikincisi ve en önemlisi sistemli bir suç politikamızın olmamasıdır. Unutulmamalıdır ki; ceza kanunlarında bir değişiklik öngörülürken, ceza hukukunun yan alanlarından (kriminoloji, viktimoloji başta olmak üzere) destek alınmadan gerçekçi adımlar atılamaz. Böyle olmadığı takdirde sadece “seçmen kaygılarını giderir” ve “bir sonraki seçimi garantileyici” adımlar atılır ki bu adımlar ceza hukukunda bir enerji birikimine neden olur. Bu enerji birikimi de günün birinde yıkıcı bir depremle sistemde onarılmaz yaralar açar. Bunun bilinciyle hareket etmeli ve sistemli bir suç politikası için gerçekçi adımlar atmalıyız.
Bir sonraki sayımızda “bu ülkede ceza hukuku namına güzel şeyler de oluyor” diyerek başlayacağımız cümlelerin umuduyla, hepinize saygılar sunuyor ve iyi okumalar diliyoruz…(Önsöz’den)