Değerli Okurlar,
CHD'nin yeni bir sayısında daha sizlerle birlikte olmanın mutluluğu ve heyecanını yaşıyoruz. Bu sayımızda da yine birbirinden yetkin bilimsel çalışmaları sizlerle buluşturuyoruz.
Bu vesileyle öncelikle değerli görüşlerini CHD aracılığıyla tartışmaya açma tercihinde bulunan yazarlarımıza içtenlikle teşekkür ediyoruz. Aynı şekilde bu bilimsel çalışmaları titizlikle değerlendiren ve on yılı aşkın süredir CHD'nin muhafaza ettiği yayıncılık çizgisinin en önemli güvenceleri olarak gördüğümüz kıymetli hakem hocalarımıza da şükranlarımızı sunuyoruz.
Bilindiği üzere 18 Temmuz 2018 tarihinde olağanüstü hal uygulamasına son verilmiş,olağanüstü hal döneminde getirilen ve fakat yasalaşmayan KHK düzenlemeleri yürürlükten kaldırılmış, 25.07.2018 tarih ve 7145 sayılı Kanun'la OHAL sonrası döneme ilişkin yeni düzenlemeler getirilmiştir. Demokratik bir hukuk devletinde temel hak ve özgürlüklerin amacına uygun bir şekilde kullanılmasının ve muhafaza edilmesinin bir garantisi olarak ceza hukuku perspektifinden bakıldığında, olağan dönem koşullarına yeniden geçilmiş olmasını memnuniyet verici bir gelişme olarak değerlendirmekteyiz. Bu bağlamda geçen birkaç sene içerisinde edinilen tecrübeler ışığında gitgide unutulmaya yüz tutan bir hususa özellikle vurgu yapmanın gerekliliğini hissediyoruz. O da ceza hukukunun kültürel yapısıdır. Son dönemlerde ceza kanunlarının, karşılaşılan ilk zorlulukta o zorluğu aşabilmenin öncelikli yolu olarak kolaylıkla değiştirilebildiğine tanık olduk. Öyle ki ceza hukukumuz açısından reform yılı olarak kabul edilen 2005 yılından bu zamana kadar temel ceza mevzuatında yapılan değişiklikleri takip edebilmek, bu değişikliklerin sayısını ortaya koyabilmek neredeyse imkânsızlaşmıştır. Ceza hukukunda bu denli çok değişikliğin yaşanması ceza hukukunun bir kültür öğesi olduğu bilincini de alabildiğine aşındırmaktadır. Bu ciddi bir tehlikedir. Zira bu aşınma ceza kanunlarını sadece yasakoyucunun iradesine indirgemekte, dolayısıyla yasakoyucu iradesine bağlı olarak istenildiği gibi şekillendirilebilecek araçlar gibi algılanmaktadır. Hâlbuki ceza kanunları binyıllardır insanlık tarihinin yaşadığı sayısız tecrübeyi içinde barındıran, her bir ilkesini bu tecrübelere dayandıran ve her hükmünde bu tecrübeleri hatırlatan (ya da en azından hatırlatması gereken) kültürel kodlardır. Dolayısıyla ceza kanunlarına her dokunuşun bir kültüre dokunuş gibi özenle, bilinçle ve hassasiyetle gerçekleştirilmesi gerekir.
Bir sunuş yazısının kapsamını hayli aşacak derinlikteki bu meselede belki de küçük bir örnekle söylemek istediklerimizi toparlayabiliriz. Aristoteles'in büyük eseri Nikomakhos'a Etik'in üçüncü kitabı incelendiğinde ulaşılacak sonuçlardan bazılarını özetle ve kabaca ifade edelim:
- Bir kişinin gerçekleştirdiği eylemlerden sorumlu olup olmaması, o eylemi isteyerek gerçekleştirip gerçekleştirmediğine göre belirlenir.
- İsteme, salt bir isteme olarak değil bilmeyi de kapsayan bir içeriğe sahiptir. Yani esasolan bile-isteye hareket etmektedir.
- Kişi mutlak bir bilgisizlik altında gerçekleştirdiği eylemlerden sorumlu değildir. Eğer bilgisizliği kendi kusurundan (kendisine bağlı sebeplerden) kaynaklanıyorsa bilmeden istemeden hareket etmiş sayılmaz. Örneğin herkesin tabi olduğu ve bilinmesinin arandığı yasaları bilmemek bir mazeret olarak kabul edilmez.
- Başlangıcı yapanın ya da maruz kalanın dışında olan, bu nedenle yapanın ya da maruz kalanın hiç payı olmadan yapılan eylemler zorla yaptırılan eylemlerdir ve bunlar isteyerek yapılmış eylemler olarak kabul edilmezler. Dolayısıyla sorumluluk getirmezler. İsteyerek yapma için temel prensip; organları harekete geçirmenin başlangıcının, yapanın kendisinde bulunmasıdır.
- Eylemlerin isteyerek veya istemeyerek yapıldığı, yapıldığı ana bakılarak söylenmelidir.
- Bir kişiyi gerçekleştirdiği eylemden sorumlu tutmak için (bilmeyi de kapsayan) isteme bir koşul olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Kişinin o eylemi tercih edebilir durumda olması gerekmektedir. O halde kişi tercihte bulunabilme kabiliyetine sahip değilse, bir isteme hali söz konusu olsa bile yine de sorumlu tutulamaz. Örneğin çocuklar ve hayvanlarda da isteyerek eylemde bulunma görülür ama tercih görülmez.
- Kişi kendi tercihi ile sarhoş olursa, sarhoşken gerçekleştirdiği eylemler bakımından istemeyerek hareket ettiği kabul edilemez.
- Öfkeden ya da arzudan kaynaklanan eylemler akıldan pay almayan duygulanımlar olarak nitelendirilebilse bile bu öfke veya arzu etkisi altında gerçekleştirilen eylemlerde sorumluluk ortadan kalkmaz. Bunları istemeyerek yapılan eylemler olarak kabul etmek uygun değildir.
Aristoteles'in bu değerlendirmelerinin sayısını rahatlıkla arttırabilmek mümkündür. Normalde Aristoteles'in erdem öğretisinin bütünlüğü içinde bir anlam ifade eden bu değerlendirmeleri okuyan bir ceza hukukçusunun, Türk Ceza Kanununun genel hükümler kısmında yer alan pek çok hükmü kolaylıkla anımsayabileceğini söylemek zor değildir. O halde Türk Ceza Kanununun yasakoyucularından birinin de Aristoteles olmadığını kim iddia edebilir? Dolayısıyla ceza kanunlarına her bir dokunuşumuzda aynı zamanda (örnek olarak) Aristoteles'le de muhatap olduğumuzu duyumsayarak, bu bilinçle hareket ettiğimizde o zaman ceza kanunları araçsallaşamayacak ve bir kültüröğesi olarak hak ettikleri değeri yakalayacaklardır. Tek başına Aristoteles örneği bile bize bu hissiyatı aşılıyorken, adını saymakla bitiremeyeceğimiz düşünürleri, olayları, tecrübeleri düşündükçe bu şekilde bir tavır takınmanın gereklilikten öte bir zorunluluk olduğunu söylemek de abartı olmaz.
Bu duygu ve düşüncelerle hepinize iyi okumalar diliyor, bir sonraki sayımızda yeniden sizlerle buluşmayı umuyoruz.