CHD’nin yeni bir sayısını daha sizlerle buluşturmanın mutluluğu ve heyecanını yaşıyoruz. Bu sayımızda da yine çok değerli, ceza hukukunun güncel sorunlarını ortaya koyan ve bu sorunlara çözüm önerisi getiren çalışmaları bulacaksınız. Türkiye’de belli alanlara özgülenmiş süreli yayınların en önemli kaygısı olan yayında süreklilik, siz değerli yazar ve okurlarımız sayesinde CHD’yi hiç etkilememektedir. Bu çerçevede bir hususun altını da özellikle çizmeyi bir borç biliyoruz. Memnuniyetle takip ettiğimiz okur ve yazar artışının yanı sıra, yayınlanması talebiyle tarafımıza ulaştırılan bilimsel çalışmalardaki hassasiyet ve titizlik, dergimizin sıradan bir “yayın organı” olarak görülmediğini, ne kadar önemsendiğini göstermektedir. Bu titizlik ve hassasiyet, Türkiye’nin ceza ve ceza muhakemesi hukuku alanında ilk ve en kapsamlı süreli yayını olan CHD’nin ayrıcalıklı konumunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Bu vesile ile tüm okur ve yazarlarımıza çok teşekkür ediyor, bu sinerjinin katlanarak artmasını temenni ediyoruz.
Bir önceki sayımızdan bugüne kadar yine Türk hukuk gündemi son derece hareketliydi. Fakat bu hareketlilik tatmin edici olmaktan uzak ve kafalardaki soru işaretlerini derinleştiren bir durum yaratmıştır. Türk hukuk sistemindeki esaslı hiçbir soruna çözüm getirmeyen ve fakat önemli bir “hukuk reformu” olarak yaldızlanarak halka sunulan Anayasa değişiklikleri, “taş atan çocuklar yasası” olarak bilinen “Terörle Mücadele Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un Cumhurbaşkanınca onaylanarak yürürlüğe girmesi; ilk bakışta heyecan uyandırsa da, resmin bütününe yoğunlaşıldığında bu heyecanın bir illüzyondan ibaret olduğu anlaşılmaktadır.
Gerçekleştirilen tüm bu değişikliklerin temelinde daha demokratik bir Türkiye’yi mümkün kılma kaygısı yatmaktadır. Dolayısıyla bu düşüncenin ürünü olan Anayasa değişiklikleri veya yasal düzenlemeler tek tek ele alınıp, kendi bütünlüklerinde değerlendirilmeye kalkılırsa, işte yukarıda bahsettiğimiz illüzyonun etkisiyle pembe tablolar çizilebilir. Ancak ortaya konulan “ürünlerden” ziyade bu ürünlerin kaynağı olan şeye, yani benimsenen demokrasi anlayışına odaklanılırsa gerçeklerle yüzleşmek mümkün olur. Başka bir anlatımla; benimsenen veya ulaşılmak istenen demokrasi anlayışı “sorunluysa”, bu sorunlu demokrasi anlayışına hizmet eden tüm girişimler de nihayetinde sorunlu bir resmin parçalarını teşkil edeceklerdir.
Bizim anladığımız anlamda demokrasi anlayışını ünlü Alman ceza hukukçusu ve hukuk filozofu Gustav Radbruch 1949 yılında şu ifadelerle ortaya koymuştur : “ Demokrasi bir dünya görüşü değil, fakat toplum içinde dünya görüşü ile ilgili karşıtlıkların uzlaşması için geçerli olan bir yöntem biçimidir”. Dikkat edilecek olursa Radbruch demokrasiyi bir “uzlaştırma” değil “uzlaşma” aracı olarak kabul etmektedir. Başka bir anlatımla demokrasinin “getirilenine” değil “içselleştirilenine” vurgu yapmaktadır. Kanaatimizce içselleştirilmiş bir demokrasinin varlığı, öncelikle demokrasinin bir kültür olduğunun kabulüyle mümkündür. Demokrasi kültürü de şüphesiz hukuk devletinin standartlarının önce-lendiği bir ortamda gelişir. Bir hukuk sisteminde onlarca kanayan yara varken, hukukun bizatihi kendisi siyasal menfaatlerin uygulama aracına dönüşmüşken, insanlar bir uyuşmazlığı adliyelere taşıyıp sürüncemede ve çözümsüz bırakmak yerine kendi adaletini kendileri tesis etmekteyken, bir demokrasi kültüründen bahsetmek safdillik olur. En azından bu asgari sorunlara çözüm getirmeyen hiçbir düzenleme de demokrasiye katkı sağlamaz. İşte bu noktada hukukçulara büyük görevler düşmektedir. Her fırsatta; hukuk devletinin ancak gerçek bir demokraside anlam bulacağı, gerçek bir demokrasinin de ancak sağlıklı işleyen bir hukuk devletinde korunacağı yüksek sesle ifade edilmelidir. Bu gerçeği yine Radbruch’un şu haykırışında görmek mümkündür: “ Kuşkusuz, demokrasi övülmeye değer bir nimettir; fakat hukuk devleti günlük ekmek gibi, içilecek su gibi ve solunacak hava gibidir. Demokrasinin en iyi yanı da, hukuk devletini sağlamaya sadece onun elverişli oluşudur.” (Önsöz'den)